Demokrasiyi bilmeyen, anlamayan, bu anlamda içselleşmiş kültürü olmayan toplumların özgün bir örneğiz. 1946 sonrası çok partili demokratik hayat sürecinde demokrasiyi özümseyememiş nesiller yetiştirerek, demokratik düzeni yürütmeye kalktık. Olmadı, gemiyi hep karaya oturttuk. Bunda elbette, keskin ideolojik bölünmeler, demokratik hayata askeri ve bürokratik müdahaleler, mikro iktidar odaklarının bitmez tükenmez güç hevesinin meydana getirdiği arızalar olumsuz katkıda bulundu. Ekonomik yıkımı da getiren 28 Şubat sürecinden sonra halk öyle bir noktaya geldi ki; vesayetçi anlayışlardan kurtulmak için çok uzun süre iktidar yetkisini bir siyasal partiye verdi. İktidar partisinin FETÖ’ye ne isterse verdiği gibi, halk da iktidara ne isterse verdi!
Her iktidar sürecinde olduğu gibi, bu uzun iktidar sürecinde de demokrasi dışı güçlerin Demokratik Düzeni kullanarak kendileri için rant düzeni oluşturmalarını ülke olarak seyrettik.
Ne karşılığı?
Bedava değil elbette.
Halk olarak demokratik düzenden kendimize düşen rantı talep ettik ve aldık. Hak-hukuk, haram-helal gözetmeden yaptık bunu!
Talebimiz kimi zaman dere yatağında veya uygunsuz bir yerde inşaat ruhsatı, kimi zaman küçük veya orta çaplı bir ihale, kimi zaman ise haksız bir maaş veya iş oldu. İktidar gücünün taraftarlarına sağladığı rant düzeni, muhalefet partileri tarafından da kendi belediyeleri vasıtasıyla kullanıldı ve bölüşüldü.
Alan razı satan razı, altta kalanın canı çıksın düzeni böyle kuruldu!
Ekonomik rant, 9 bana 1 sana (halka) hassasiyetiyle hep beraber paylaşıldı! Teşbihte hata olmaz. Son iktidarın ilk on yılında bu bölüşüm, sekiz bana iki sana şeklinde işletildi diyebiliriz. Yaşlılara, kadınlara engellilere ve ailelerine, işsizlere vb maaş bağlandı.
Yeşil kartla rantın bir kısmı halka daha bir yoğun dağıtıldı!
İmkânlar sonuna kadar istismar edildi!
Hakkı olmayan birçok asalak bu dağıtımlara ortak oldu!
Bu halkımıza yetti.
Bölüşümde halk biraz ucuza gitti ama olsun!
Son beş yıldır uygulanan politikalar sebebiyle halk lehine işletilen 2/8’lik oran tekrar 1/10’a düştü.
Korkarım daha da düşecek!
Bu nedenle yaşanan olaylardan müşteki halkımızın halen cari düzendeki rolünü ve sorumluluğunu kabul etmesi gerekir.
Ekonomi Talep Eden Halk Adalet Talep Etmedi!
Adalet sistemi ise bildiğimiz gibiydi.
Ülkemizin mahkemelerinde adalet, hep güç bakımından eşitler arasında sağlanırdı. Güçsüz ile güçlü arasında adalet kılıcı hep güçlüden yana keserdi. Halkın hiçbir zaman güçlü bir adalet talebi olmadı. Aydınların oldu, onlar da adalet sisteminin çarkları arasında ezildi.
Dün öyleydi bugün de öyle!
Güçlü adaletin şeffaf ve denetlenen bir ekonomiye, güçlü demokrasiye bağlı olduğu göz ardı edildi.
Cumhuriyet tarihi boyunca devletin mafyalaşması büyük sorundu.
Tek parti döneminden çok partili döneme geçtikten sonra da mafyalaşan devletin mafya ile ilişkileri hep sorun oldu.
Örneğin şair ve yazar Sabahattin Ali, 1948’de mafyatik bir tip tarafından Kırkalareli’de, Bulgaristan sınırı yakınlarında katledildi. Çok partili demokratik sisteme henüz geçmemiştik. Katili suçunu itiraf etti. O günün Türkiye’sinde idam cezası vardı. İdamla yargılandı ancak 4 yıl ceza aldı. Zira Sabahattin Ali katilin milli hislerini incitmişti galiba!
Yine milli hisleri galeyana gelen bir takım zevatın 90’lı yıllarda birçok faili meçhul cinayetlere bulaştıklarını biliyoruz.
İhale satan, iş takibi yapan mafya gruplarıyla demokratik düzenimiz içinde hep beraber yaşadık. Tam bugünleri geride bıraktık derken 2000’li yılların ilk çeyreğinde mafya dizileriyle beraber yatıp kalkıyoruz. Milli mafyamız derin Polat Alemdar’a göre “sonunu düşünen kahraman olamaz”dı!
Devletle ortak olanın vereceği çok, Allah’la ortak olanın alacağı çok olurdu.
Neden yahu?
Devlet insana hizmet için değil miydi?
“Bu alem, kimsenin kimseyi konuşturduğu alem değildir, herkesin birbirini susturduğu alemdir” diyordu Polat abi.
Sonunda sokaklar çakma mafyalarla doldu.
Herkes birbirini susturuyordu artık.
Geldiğimiz noktada bugün devlet-mafya ilişkileri Susurluklara rahmet okutacak boyutlarda patladı.
90’ların aktörü Mehmet AĞAR’dı, 2021’lerin aktörü de Mehmet AĞAR çıktı.
Ne değişti?
Neyin değiştiğini zannettik?
Ne oldu da biz anlamadık veya anlamıyoruz?
Tarih Müfredatı Duygusal Erken Boşalma ve Sukut-u Hayal Sebebi!
Öncelikle tarih bilgisi bizim toplumuz için hiç anlamı olmayan ve sadece hamaset, yerine göre lanet ve kahır aracı olarak kullanılan ideolojik bir kurgular yumağı. Milli Eğitimde neredeyse bir asırdır işlenen tarih müfredatının 4-5 nesli zihinsel olarak felç ettiği ve hiçbir fayda sağlamadığı bugün daha iyi anlaşılıyor.
Bunun da nedenleri derindir.
Bazen okumayan toplumun, okumayan yöneticileri ve politikacılarının gazabına uğradığımızı düşünüyorum.
Bir tarihçi olarak orta yaşlarda şunu fark ettim;
Bizim çocuklarımız kendi tarihlerini yanlış biliyor.
Avrupa Tarihini ise zerre kadar bilmiyor.
Dünyaya ve coğrafyasına bu eksiklikle bakıyorlar.
Kendini reel düzlemde bilememenin getirdiği absürt duygusal reaksiyonları göstermenin yanında, bin yıl yan yana yaşadığı bir coğrafyayı bilmemenin ve tanımamanın getirdiği felaketleri yaşıyoruz.
Batı’yı zerre kadar tanımadık, el’an da tanımış değiliz.
Bu tarihi algılama biçimimiz ise duygusal erken boşalmalara sebep oluyor. Duygusal boşalmanın fiziksel işlevselliğe dönüşememesi büyük sorun! Dönüşemez, zira bu irrasyonel duyguları hayata geçirecek reel bir güce sahip değiliz.
Bundan bir-iki yıl önce mavi vatan (Akdeniz) diyorduk.
Akdeniz’e gaz arama gemilerimizi salıyor ha salıyorduk.
Öyle değil mi?
Evet Osmanlıydık!
Üstelik pek şanlıydık!
Düşmanlarımız Osmanlı tokadının tadına bakmak istiyorlarsa tattırmaktan kaçınmazdık.
Falan filan…
Demiyor muyduk?
Tam gereğini yapmak gerektiğinde bir de bakıyoruz ki, bizde bunu yapacak güç yokmuş ve canımızın derdine düşmüşüz!
ABD ve bölgede ABD uşaklığıyla maruf ülkelerle iletişime geçmenin yollarını arıyoruz. ABD’yi haklı gerekçelerle karşımıza aldığımızda, ABD ile ittifak halinde olan bölgemizdeki ülkelerle neden ilişkileri kopardığımız da ayrı bir sorun zaten. Diplomasi cahili, ideoloji zengini saçmalıklar ve ehliyetsizlik mahsulü işler yapıldığı anlaşılıyor.
Şimdi fark ediyoruz ki, duygusal olarak boşalma ile fiziksel ve işlevsel boşalma farklı şeylermiş!
Duygu ile işlev senkronizasyonu sağlanamadığında boş konuşulduğu ortaya çıkar.
Bugün Almanya’da devletimizin bankasına kayyum atanıyor.
Sezgin Baran KORKMAZ gibi ABD’yi ve dahi birçok Türk vatandaşını dolandıran bir dolandırıcı devletlilerimizin kankası çıkıyor.
Uluslararası arenada Türk Devleti aleyhine hukuki prosedürler işletiliyor.
FETÖ borsasına bazı devlet görevlilerinin ve politikacıların karıştığı ortaya çıkıyor.
Burhan KUZU şaibeli bir covid 19’la ölüyor/öldürülüyor!
Burhan KUZU ile resimleri çıkan Fatma Mavi isimli kadın da Burhan KUZU’dan bir gün önce öldürülüyor. Evinde iki ayrı noktadan yangın başlatılıyor ve büyük bir patlama meydana getiriliyor. Cinayete yangın süsü verilmeye çalışılıyor.
Bütün bunlar oluyor fakat devletimizden tık yok.
Çete reisi konuşuyor devletimiz konuşmuyor.
Neden?
Silahlı çete reisiyle devletimizin ne işi vardı?
Denetim sistemlerimiz neden işlemiyor?
Bu ülke kişisel hesaplarının peşine düşmüş bir çete reisinin denetimine muhtaç hale mi geldi?
Nedir bu rezaletler?
Demokrasi Adlı Prensesle Görücü Usulüyle Evlendik!
Demokrasi isimli prensesi de tanımadan âşık olduk, görücü üslüyle (büyük zoruyla!) aldık. Yatağımıza girince (ülkemize) onun geçmişini inkâr etmesini, tecrübelerini arkada bırakmasını, otokrat geleneğimizle uyum içinde olmasını talep ettik. Demokrasi olmalıydı ama babamızın sorgulanamaz otoritesine karşı çıkmamalıydı! Bu otokrat geleneği öncelikle Cumhuriyetimizin kurucu seçkinleri, son devletimizin ilk imtiyazlıları yaşattı. Halbuki uzaktaki prenses olarak demokrasiyi çok seviyorlardı! Daha sonra halk adına gücü eline alan iktidarlar otokrat gelenekleri çeşitli şekillerde kutsadı ve sürdürdü. Demokrasi gerçek anlamda kurumsallaşamadı. İktidara gelenler, bir taraftan seçkinlerin kurduğu vesayete karşı savaşırken, diğer yandan kendi içlerinde demokratik kuralları ihlal etmekte bir beis görmediler.
Bugüne kadar Siyasal Partiler Kanununun birçok iktidar tarafından vaat edilmesine rağmen değiştirilmemesi, demokratik ilke ve kurallara uygun hale getirilememesi bu sebepledir. Mevcut iktidarın 2002’deki vaadi de Siyasi Partiler Kanununu değiştirmekti. Zira 22 Nisan 1983 tarihli ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu, 12 Eylül darbe rejimi eseriydi. Siyasete güvensizlik ve bürokratik vesayetçilik etkisinde siyaseti sınırlandıran, siyasi parti yasaklarını çoğaltan ve kapatılmalarını kolaylaştıran bir anlayışın ürünüydü. Siyasi partilerin nasıl örgütleneceğinden, nasıl çalışması gerektiğine kadar herşeyi en ince ayrıntısına kadar düzenliyordu.
Hiçbir iktidar bu kanunu değiştirmedi, gerçekten değiştirmek istemedi.
1982 Anayasasından sonra geçen yaklaşık 40 yıllık sürede, siyasi partilerle ilgili hükümler de dahil olmak üzere 20 defa değiştirildi. Darbe Anayasasının bile gerisine düşürüldü. Halbuki 2017’de Anayasanın üçte biri değiştirilmişti. Fakat Siyasi Partiler Kanunu ve seçim kanunları Anayasa değişikliklerine uygun hale getirilemedi. Anayasaya aykırı hale gelen Siyasi Partiler Kanunu’nun dava konusu olan bazı hükümleri Anayasa Mahkemesi tarafından mecburen (!) iptal edildi. Birçok hükmü mevcut Anayasaya aykırı olduğu halde halen yürürlükte.
Israrla bu konuya el atılmamaktadır.
124 madde, 7 ek madde ve 19 geçici maddeyle, bu kadar ayrıntılı siyasi partileri düzenleyen ve sınırlandıran bir başka demokratik devlet örneği yoktur.
Halbuki mevcut iktidarımız 2002 seçim bildirgesinde “…seçimler, genel, eşit ve gizli oy esasına göre yapılmalı ve yönetime talip olan değişik siyasi görüşlerin eşit şartlarda yarışmasına izin verilmelidir. Merkezi ve yerel kurumlarda yönetim organlarının seçimle belirlenmesi uygulaması yaygınlaştıkça, özgürlüklerin alanı genişler, halkın katılımı artar ve demokrasi güçlenir.” diyordu.
Anlaşılan Demokrasi tarihindeki en son iktidarımız, en uzun iktidarında kendi seçkinlerini ve bürokratlarını yarattıktan sonra çuvalladı. Halbuki demokrasiyi cansiperane savunarak iktidar olmuştuk. Anti-demokratik uygulamaların doğrudan mağduruyduk!
İktidarda geçen 20 yıl mağduriyetlerin unutulmasına, gücün şehvetine kapılmaya yetti de arttı bile!
Şimdilerde halk desteğini kaybeden her iktidar gibi iktidarlarının süresini uzatmak için seçim kanunuyla uğraşmakla meşguller. Dahası, daha dün İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerini yeniletmenin felaketli sonucunu gördükleri halde!
Velhasıl yatağımıza girdiği günden beri demokrasiye yapmadığımız estetik ameliyat kalmadı. İşin sonunda hayallerimizdeki demokrasi isimli prensesi gerçekte bir ucubeye dönüştürdük. Prensesimize uyguladığımız sayısız estetik ameliyatın ve botoksun etkisi korkunç oldu. Artık onu değil gece, gündüz de görsek korkar olduk!
Halbuki Amerika’yı yeniden keşfetmenin gereği yoktu.
Aynı ırmakta iki kere yıkanmak mümkün değildi.
Başkanlık seçiminin iki dönemle sınırlandırılmasının demokrasilerde en fazla iki dönemden sonra bir iktidar değişikliğiyle, tabir yerindeyse toplumun gazının alınmasını sağlayan sistem kurulmasının tarihi, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik sebepleri vardı. Bu sistemi kuramadık. Sonunda Türk tipi başkanlık sistemi gibi en kötü parlamenter sistemden de kötü bir yapı meydana getirdik.
Uzun iktidarın getirdiği olumsuz sonuçları el’an yaşıyoruz.
İktidara ortak güç odakları, mafyalaşmalar, yeni yaratılan seçkinlerin imtiyazlarını muhafaza savaşı, yeni yeni ortaya çıkan mikro iktidar odakları arasındaki kavgalar ülkeyi ahtapot gibi sardı.
Sonuç felaket hissi yaratıyor insanlarda. Üç dört aydır öyle büyük ifşaatlar oluyor ki, artık dava söylemleri ortaya saçılan pisliğini örtmeye yetmiyor.
Nereye gidiyoruz?
Öncelikle şunu söyleyeyim, paniğe gerek yok.
Halkın bu düzeni değiştirme yolunda kararı pekiştikten sonra iyiye gideceğiz!
En son olarak eski bakan Erdoğan BAYRAKTAR, 17 Aralık 2013 operasyonu ile ortaya çıkan tapeler doğruydu, beni de hırsız çuvalının içine koydular, ben hırsız değilim, en fazla görevi suiistimalden yargılanabilirim gibi sözler ederek hukuktan zerre kadar anlamadığını açık etti.
Zira bu kadarı kendisini söylediği çuvala atmaya yeterdi.
Eski, bakan yarattığı rantın kendi cebine girmediğinden bahisle hırsız olmadığını iddia ediyordu!
Daha dün bir gazeteciye konuşup, tarafsız bir savcının incelemesiyle yüce divanda yargılanmaya hazır olduğu söyledi.
Keşke yargılansa!
17 Aralık 2013’te Ne Demişiz?
Ne olmuştu 17 Aralık’ta?
Sosyal medya arşivimi açtım ve o tarihte, yani 17 Aralık 2013’te ne demişim, baktım. Halen yayında olan 2 paylaşım yapmışım.
Önce;
“Bir taraftan cemaatin ekonomisi (dershaneleri), derini, sığı, paraleli diki konuşuluyor. Güzel! Devletin derinini sığını, Balyozunu Ergenekonunu, Jitemini konuştuk, konuşmaya devam ediyoruz. Güzel…! Şimdi sıra geldi iktidarın ekonomisini konuşmaya. Bunlar güzel şeyler. Memleket ve hatta mevcut iktidar için hayırlı şeyler oluyor bence.”
Daha sonra ise;
“Bu ülkede yaşayan, bu ülkenin siyaset iklimini bilen herkes yolsuzluk dosyalarının hiçbir zaman “devletin arınması, temizlenmesi” amacıyla deşifre edilmediğini; her zaman siyasette koz olarak kullanılmak üzere biriktirilip zamanı gelince ortaya çıkarıldığını ve bir hesaplaşma unsuru olarak kullanıldığını bilir.
Dolayısıyla, şu anda başlatılan bu büyük operasyonun siyasi anlamı ve hedefi de elbette üzerinde durulması gereken, ayrıca değerlendirilmesi şart olan bir konudur.
Ama bu konu, hiçbir zaman işin aslının önüne geçmemelidir. Operasyonun amacı ile ilgili spekülasyonların yolsuzluk iddiasını gölgelemesine, ikinci plana atmasına izin verilmemelidir. Temel soru “İddialar doğru mu yanlış mı, yolsuzluk yapıldı mı yapılmadı mı” sorusudur ve bu soru, operasyonu başlatan kim olursa olsun, amacı ne olursa olsun, zamanlaması nasıl olursa olsun, asıl peşinden gitmemiz gereken sorudur.”
Evet o tarihte bu tespitlerde bulunmuşuz.
Peki ne oldu?
İktidar bu fırsatı çeşitli saiklerle kullanmadı.
İktidar içinde dahi bu bakanların Yüce Divana sevki gerektiği samimiyetle dillendirildi, hatta bu yolda çalışmalar da yapıldı.
Yanlış hatırlamıyorsam 40’a yakın iktidar milletvekili Mecliste Yüce Divana sevk lehinde oy kullandı.
Fakat bu çalışmalar sonuçsuz bırakıldı.
Herkes birbirini tehdit etmeye başlamıştı.
O gün iktidarın güçlü zamanıydı ve bunlar bu şekilde bastırıldı.
O zaman işlem yapılsaydı bugün Sedat PEKER, Mehmet AĞAR, Erdoğan BAYRAKTAR diye bir mesele muhtemelen olmayacaktı.
Bugünlere gelindiğinde sayın içişleri bakanımız, benim evimde başka bakanlar gibi kutularda para yakalanmadı, azdan az çoktan çok gider deyiverdi!
Bunlar ağızdan kaçan sözler değildi.
Planlanmış hesap edilmiş çıkışlardı.
Bu şartlar altında devlet gemisi yüzer mi?
Elbette yüzmez!
Sonuçta bir veya iki seçimde halk duruma vaziyet edip tamamen düzeltecektir.
Benim burada garipsediğim yurt dışındaki FETÖ’cüler sanki haklıymış gibi, kendi yargı adamlarına, savcılarına methiyeler düzüyor, bilmiş bilmiş yorum yapıyorlar. Milleti balık hafızalı kabul edip yedikleri haltları unuttuğumuzu zannediyorlar.
Halkın İlginç Taktiği
Bizim halkımızda garip ancak doğruluğu hususunda zaman içinde ittifak oluşan bir davranış çeşidi var. Ben yaşadığım hayatta bunu hep tespit ettim.
Örneğin halkımız Kenan EVREN’e bazı sebeplerle destek verdi.
Yapılan kötülükleri halk biliyordu oysa!
Ancak ülkede kardeş kavgası vardı.
EVREN gelmiş bunu durdurmuştu!
Ehem mühim sırlamasında ehem olan kardeş kavgasının durdurulmasıydı!
Fakat EVREN duracağı yerde durmamıştı.
Parti kurdurup ülke yönetimine de talip olunca 1983 seçiminde hezimeti yaşadı.
Paşa paşa idareyi teslim etti.
2002 seçimleri 28 Şubat’ın cevabıydı.
28 Şubat’ın siyasi aktörleri yerle yeksan oldular bu seçimde!
Peki 17/25 Aralıktan sonra ne olmuştu da iktidar %50’leri bulmuştu?
Bugün yorum yapanlardan bazıları bu konuda o kadar yanılıyorlar ki!
Kanaatimce anlayamıyorlar.
17/25 Aralık sürecinde halk bir tercihte bulundu.
Geldi mi gitmeyecekleri gönderme tercihi!
Kadrolaşarak demokratik rejimi inkıtaa uğratacak FETÖ hizbine geçit vermedi. Tapelere inandı ancak bunu yüksek sesle söylemedi. Zira operasyonu yapanlara güvenmedi ve inanamadı!
Nitekim bu ekip o kadar ileri gitti ki; işi darbe teşebbüsüne vardırdı.
FETÖ haddi aştıkça halk ERDOĞAN’a desteğini artırdı.
Mevcut iktidar bu darbe teşebbüsüyle beraber meşruiyetinin zirvelerini buldu. Daha doğrusu Sayın Cumhurbaşkanı ERDOĞAN %75’lere varan bir desteğe erişti.
Amansız ERDOĞAN muhalifleri bile bu tehlikeli ekibe karşı en iyi mücadeleyi verecek kişinin ERDOĞAN olduğunda ittifak etmişti.
Bu durum başkanlık sistemine ve ERDOĞAN’ın şahsında iktidara desteğe dönüştü. Öyle ki bu dönemde oyunu CHP’ye verenlerden Cumhurbaşkanlığı seçiminde ERDOĞAN’a oy veren örneklere rastladım. Kendilerine neden diye sorduğumda; “FETÖ ile bundan daha iyi mücadele edecek kimse yok” cevabını aldım.
Sayın Cumhurbaşkanımız ERDOĞAN bu fırsatı maalesef iyi kullanamadı. FETÖ ile mücadele gerek kendi kadroları ve gerek ittifak ettiği kadrolar tarafından sahada pörsütüldü. FETÖ borsası gerçeğinin acı tezahürleri vicdanları örseledi. Yanlış ekonomik politikalar, nepotizmin en kaba-saba örnekleri, yolsuzluklar, devlet içine sızmış mafyalar vb. çürümüşlükler iktidarı hızla eritmeye başladı.
20 yıllık iktidarın sonu göründü.
Şimdi Ne Olacak!
Böyle kaos dönemlerinde ülke provokasyonlara açık olur. Ancak ben Türkiye yakın tarihinin bu provokasyonlara izin vermeyeceğini düşünüyorum. Zira yakın tarihin aktörleri el’an hayattalar ve bu oyuna gelmeyecekler.
Yine de orduda, emniyette kadrolaşarak, veyahut silahlı sivil güçler oluşturarak ülkeye hakim olabiliriz düşüncesinde olan gafiller, belki de hainler olabilir.
Böyle bir şeyi temenni etmeyiz ama bu tür hayalperestler şayet harekete geçerlerse, meşruiyetini halktan almayan hiçbir silahlı gücün ülkeye hâkim olamayacağını bizatihi göreceklerdir.
Muhtemeldir ki FETÖ gibi çok ağır bedeller ödeyeceklerdir.
Bunu sadece bir ihtimal olarak zikretmekle beraber böyle bir şeyin olabileceğine asla ihtimal vermiyorum.
Ancak üzülüyoruz.
Ülke zaman kaybediyor!
Zaman en kıymetli değer!